CHP, sahip çıktığı devletin kurduğu devlet olduğunu zannediyor
İrfan Aktan
Siyasi partilerin genel seçimlerde ittifak yapabilmesinin yolunu açan kanun teklifi, TBMM’de 20 saat aralıksız devam eden oturumun sonunda, 13 Mart’ta AKP ve MHP’nin oylarıyla yasalaştı. Yasanın en önemli hükümlerinden biri, mühürsüz oyların da geçerli sayılacak olması. Böylece 16 Nisan referandumunun skandalı, 2019 seçimlerinin yasal bir uygulaması haline gelmiş, adil ve güvenli seçim ihtimali bir darbe daha yemiş oldu.
Teklifin kanunlaşması üzerine CHP ve HDP’nin parlamentoyu ve giderek seçimleri boykot edip etmeyeceğine dayanan tartışmalar saman alevi gibi yanıp söndü. Kemal Kılıçdaroğlu, “kazanacağımız seçimleri niye boykot edelim” açıklamasıyla partisinin çizgisini ortaya koyduğu gibi içerideki olağanüstü hâl koşullarının kaldıraçlarından ve AKP-MHP ittifakının tutkallarından biri olarak kullanılan Efrîn savaşına desteğini de sürdürüyor.
Peki CHP’nin bu politikaları kendisi ve Türkiye açısından ne tür sonuçlar doğurabilir? Muhalefetin Meclis çatısı altında yürütebileceği herhangi bir mücadele olanağı kaldı mı? Meclis ve seçim boykotunun tartışmaya açılması ve savaş karşıtı bir pozisyon takınılması gerektiğini söyleyen CHP İstanbul Milletvekili İlhan Cihaner’i dinliyoruz…
TBMM’de şu an herhangi bir muhalefet partisi milletvekili neler yapabiliyor?
Bu tahrik edici bir soru. AKP milletvekillerininki, muhtemelen Saray’da veya danışmanlar tarafından Meclis dışında hazırlanmış metinlerin yasa haline dönüşmesi için Anayasa’nın aradığı sayısal çoğunluğu doldurmak üzere yoklamalar arasında Genel Kurul’a veya komisyonlara sayısal katılımda bulunmaktan ibaret. Eğer muhalefet milletvekiliyseniz de aynı şeyi, karşıt olarak yapıyorsunuz. Gelen metnin olumsuz olduğu konusunda AKP-MHP milletvekilleri muhalefetle aynı fikirde olsa dahi, bu, metnin yasa haline dönüşmesine engel değil. Çünkü özellikle darbe girişimi sonrası AKP’nin elitleri, kendi gruplarının tutumlarını belirlemede çok daha net bir güce kavuştu. AKP elitlerinin elinde artık Fethullahçılık suçlaması sopası var. Bunu kendi mensuplarını yönetmenin aracı haline getirmiş durumdalar.
Yani gelen yasa tasarılarına itiraz eden AKP’liler de Fethullahçılıkla suçlanma korkusu mu yaşıyor?
Anayasa referandumu sürecinde göstere göstere oy kullanan AKP’lilerin geçmişine baktığınızda böyle bir kaygıları olduğunu hissediyorsunuz. Özetle, iktidar mensubu milletvekiliyseniz gelen yasayı onaylayacak birer sayıdan ibaretsiniz, muhalefet mensubu milletvekiliyseniz de o yasayı engellemek üzere oy kullanan birer sayıdan ibaretsiniz. Yani milletvekilleri fonksiyonsuz, birer sayıdan ibaret. O yüzden ben başından itibaren parlamentonun aktif boykotundan yanayım. Parlamentonun üç temel fonksiyonunun üçü de sıfırlanmış durumda.
Nedir o üç temel fonksiyon?
Bütçe yapma hakkı, denetim yetkisi ve yasa yapma hakkı. Bunların tamamı ortadan kaldırıldı. İktidar partisi açısından baktığımızda da kanun yapma yetkisi aslında Saray’a devredilmiş durumda. Saray’ın iradesi dışında bir yasa çıkmasının, bir düzenleme yapılmasının mümkün olmadığı defalarca test edildi. Aslında bir çok sorunun kökeninde parlamento varmış gibi davranmamız yatıyor. Dolayısıyla bu oyunu bir şekilde bozmak veya bunun bir parçası olmamak lazım.
Peki CHP neden parlamentoda kalarak, parlamento varmış gibi davranarak bu oyunun parçası olmayı tercih ediyor?
Kolay değil; CHP kurucu parti. CHP şu an sahip çıktığı devletin, kurduğu devlet olduğunu zannediyor. Hiçbir zaman iktidar olmadığı halde, kurucu parti vasfı nedeniyle genetiğine işlemiş böyle bir yaklaşımı var. Onun haricinde, geleneksel siyasetin formlarına alışmış, sıkışmış bir tarz var.
CHP tabanı da, partinin kendine atfettiği bu misyon ve rolü benimsiyor mu sizce?
Bu sadece CHP’ye özgü değil, AKP ve MHP dâhil, siyasi örgütlenmelerin tamamında bir kriz var. Partilerin ortaya çıkardıkları siyasi sonuçlarla, aldıkları kararlarla taban arasında bir uçurum var ve bu uçurum büyüyor. CHP’nin tabanı, parlamentonun işlevsizleştiğinin farkında. Ama bu teşhis tutarlı, bütünlüklü bir politikanın parçası değilse, “peki boykot sonrasında ne olacak” sorusuna yanıt veremezsiniz.
Siz epeydir parlamentonun boykot edilmesi fikrini dillendiriyorsunuz. Parti yönetiminin bu fikrinize bir yanıtı var mı?
Geçtiğimiz kurultaya kadar üç dönem üst üste Parti Meclisi üyeliği yaptım ve hemen her PM toplantısında bu fikrimi bir şekilde ifade ettim. Ama anlaşılan az önce bahsettiğim kaygılar daha fazla galebe çaldığı için yönetim ve genel başkanlık düzeyinde yankı bulmadı.
Peki sizin “parlamentoyu boykot ettikten sonra ne yapılacak” sorusuna yanıtınız nedir?
Bir kere hiç açmadığımız meşruiyet tartışmasını bir şekilde başlatmamız lazım. Eğer parlamento ayıplı bir şekilde oluşmuş ve ayıplı bir şekilde yol alıyorsa, böyle olmuyormuş gibi davranamazsınız. Buna dair bir refleks geliştirmeniz lazım. “Gelecek İçin Biz” manifestosunda biz bunu şöyle tarif ettik: Madem Türkiye’de bir olağanüstü durumun varlığı tespitini yapıyoruz, muhalefeti de aynı olağanüstülükte örgütlemek gerekir. Bu tavra yaklaşılan anlardan biri Adalet Yürüyüşü’ydü. Mevcut sınırların dışına çıkıldığında insanların nasıl umutlandığını; doğru zaman, doğru liderlik ve doğru politik hatla gidildiğinde nasıl kitleselleşildiğini, kitlelerin nasıl mobilize olduğunu gördük. Eğer meşruiyet tartışmasını başlatırsak, iktidarı elinde tutan unsurlar, meydanın o kadar da boş olmadığını, toplumun her yaptıklarına rıza göstermeyeceğini görürler. Bu şekilde farklı toplumsal kesimlere de açılmış oluruz. Fakat bir yandan o imkânlar iyice daraltılırken, biz hiçbir şey olmamış gibi davranıyoruz.
Aynı soruya geri dönelim; Meclis’i boykot edip nereye gideceksiniz?
Pasif bir boykottan bahsetmiyoruz. Muhalefeti meydanlara, Gezi’de örneğini gördüğümüz park forumlarına, meclislere taşımalıyız. Zaten boykota karar verdikten sonra süreç kendi yaratıcılığıyla yolunu bulur. Ona varmadan, öncelikle meşruiyet tartışmasını başlatmamız lazım. Bakın, iki gün önce parlamentodan bir yasa geçti. 20 saat çalışıldı; neyin, niçin oylandığı belli değil. AKP’liler kendi önerdikleri yasalar üzerinde konuşmuyorlar bile. Biz de orada kürsüye çıkıp anlatmaya çalışıyoruz. Peki kime anlatıyoruz? Televizyon yayını yok zaten. Bu tartışmaları detaylarıyla veren bir yaygın medya da yok. Meclis’te kendi kendimize konuşuyoruz.
Tutanaklara anlatıyorsunuz aslında…
Evet ama tutanaklar da orada kalıyor. Eskiden tutanaklar bir bilgilenme kaynağıydı ama şimdi belli konularda çalışan akademisyenler, doktora öğrencileri dışında inceleyen, okuyan, dolayısıyla orada neleri savunduğumuzu bilen yok.
Getirilen yasa tekliflerine yönelik muhalefetinizin belirleyici veya etkili olduğu herhangi bir örnek var mı?
Bu tarzla AKP’nin gündemindeki tek bir olguya bile engel olamadık. AKP’nin geri çekmek zorunda kaldığı birkaç tasarı var. Ama onlar da toplumsallaştığı için, ciddi bir kamuoyu oluştuğu için geri çekildi. Cinsel istismarla ilgili tasarıyı kadınların mücadelesi geri çektirdi mesela. Bu örnek aslında bize doğru yeri de gösteriyor. Yapacaklarımız, en azından şu an parlamentoda yaptığımızdan ibaret olmamalı.
Geçen hafta Seçim Yasası’nda yapılan düzenleme, Meclis boykotunun ötesinde seçim boykotunu da tartışmaya açtığınız bir eşik oldu. Son düzenlemeyle birlikte seçimlerin boykot edilmesi gerektiğini mi düşünüyorsunuz?
Bizimki şu an bir boykot çağrısı değil ama boykotu da düşünmemiz lazım. “Sandıklar AKP genel merkezinde açılır ve orada sayılır” gibi bir yasa çıksa, o seçimde gidip oy verir misiniz? “AKP’ye verilen bir oy, iki oy yerine geçer” diye bir yasa geçse, öyle bir seçime girilmeli mi?
Çıkarılan düzenleme buna benzer bir sonuç mu doğuracak?
Bakın, önümüzde iki seçenek var: Güvenli ve adil bir seçim ile güvenli de adil de olmayan bir seçim. Bu skalada seçimi reddedebileceğiniz bir nokta mutlaka olmalı. Türkiye’de hiç kimse seçimlerin güvenli ve adil yapılacağına, 16 Nisan bağlamında bakacak olursak, yapıldığına inanmıyor. Vicdan ve asgari mantık kuralları insanın beyninden sökülüp atılamayacağına göre buna AKP’ye oy verenler de dâhil. Tabii onlar farklı sebeplerle bunu meşrulaştırmaya veya görmemeye çalışabilir ama iktidar, 2 artı 2’nin karşısına “eşittir 5” yazsa da onun aslında “4” olduğunu herkes biliyor.
Seçim Yasası’ndaki düzenlemeyle, 2 artı 2’yi “5” olarak göstermenin zemini mi hazırlandı?
AKP ve MHP, yaptıkları ittifakla seçimden en güçlü çıkabilmeleri için ihtiyaç duydukları yasayı yaptılar. Bu yasanın çerçevesini de AKP ve MHP’lilerin oluşturduğu komisyon belirledi. Yurttaşların seçim güvenliğine ilişkin en fazla kaygı duyduğu hususlardan biri, 300 seçmenin olduğu bölgeye neden 400 oy pusulası gönderildiğiydi. Eğer adil ve güvenli bir seçim isteniyorduysa, bunu önleyici bir düzenleme yapmaları gerekirdi ama yapmadılar. Ayrıca niye bu sürecin içinde CHP, HDP ve tabii seçime girecek olan parlamento dışı partiler yoktu?
HDP ve CHP veya CHP ile İYİ Parti bir ittifak yapacak olsa, bu düzenlemeden faydalanmayacak mı?
Doğrudur, daha önce kanunun etrafından dolanılarak yapılan ittifaklar yasal kapsama alındı. Ama bu tür ittifak yasalarının olduğu hiçbir düzende bizdeki gibi yüzde 10’luk bir baraj yoktur. Ayrıca meseleye oradan değil, bu yasanın nasıl bir iklimde işleyeceği üzerinden bakmalıyız. MHP’li bir milletvekili açıkça dedi ki, 1 Kasım seçimlerine AKP ve MHP ittifak halinde girseydi, aynı oyla 20 milletvekili daha alırlardı. Peki bu 20 milletvekili kimden gidecekti? CHP ve HDP’den! O halde siz bu yasayı, birilerinin milletvekillerini hırsızlamak için yapmış oluyorsunuz. İttifak yasasından muhalefet de yararlanabilecek diyorsunuz ama bir kere karşınızda istediği gibi maniple edebilen ve istediği gibi yasa çıkarabilen bir devlet var. Ayrıca karşımızda sadece yüzde 10’luk bir yasal baraj yok. Medyanın konumu bir barajdır. Tamamen kontrol ettikleri medya üzerinden yürüttükleri kutuplaştırıcı, kriminalize edici söylem bir barajdır. Cumhurbaşkanı konuşmaya başladığında tüm TV kanalları aynı anda yayına geçiyor ve biz yanıt verdiğimizde, sesimiz iki metre öteye gidemiyor. Şimdi AKP’nin yanına MHP de geldi ve yargıyı da sopa olarak kullanıyorlar. Dahası, OHAL var ki, o da ayrı bir barajdır. Dün Türk Tabipler Birliği basit bir basın açıklaması yapmak isterken Ankara’nın göbeğinde polis tarafından tartaklandı. Bunun seçim sürecinde nasıl işleyeceğini 16 Nisan öncesinde deneyimledik. Antalya Başsavcı vekili, “Antalya Cumhuriyet Başsavcı Vekili, ‘Hayır’ diyecekler PKK ile aynı muameleyi göze alıyorlar demektir” diye Tweet attı! Tutuklu milletvekillerini, HDP’ye yönelik baskı ve operasyonları ve nihayet son yasal düzenlemeyi üst üste koyduğunuzda, adil bir seçimden söz edemezsiniz. Önceki seçimlerde de bu sorunlar vardı ama “biz hilelerin önüne geçeriz” deniyordu. Oysa her şeye ilave olarak artık Yüksek Seçim Kurulu’nun da teslim olduğu bir ortamdayız.
Seçim boykotu ne tür sonuçlar yaratabilir sizce?
Boykot, toplumsal muhalefeti örgütleyici bir unsur haline getirilebilir. “Bundan sonra ne yaparsan yap, ‘evet’ demeyiz ve bu oyunu oynamak yerine bir meşruiyet tartışması başlatırız” diyerek, iktidarın çizdiği alanın dışına çıkabilirsiniz. Sonrasında da, nasıl ki referanduma herkes kendi “hayır”ıyla gittiyse, yine beraber yürümenin dinamikleri ortaya konabilir. Önümüzde bir buçuk yıl var ve bunun mutlaka tartışılması lazım. Zaten iktidarın bundan sonra atacağı adımlar da bizi o noktaya sıkıştıracaktır. Referandum çalındı diyorsunuz ama o koşullardan bile fiilen ve yasal olarak daha kötü koşullar yaratılmışken hiçbir şey olmamış gibi davranamayız. Adil ve güvenli seçim koşulları sağlanmazsa, seçim boykotunu mutlaka tartışmalıyız.
Ama Kemal Kılıçdaroğlu, “kazanacağımız seçimi niye boykot edelim” dedi.
“Referandumu kazandık” da diyoruz ama kazandığımızı tescilleyemedik. “Çünkü YSK çaldı” diyoruz. İyi de aynı YSK hâlâ orada. Hatta AKP’nin YSK kararlarına hem fiili hem yasal olarak etki etme kabiliyeti 16 Nisan’a göre daha da arttı. Bakın, çok partili hayata geçilip de 1946 seçimlerine gelindiğinde, Demokrat Parti yerel seçimleri boykot ediyor ve genel seçimleri de boykot edeceği tehdidinde bulunuyor. Bunun üzerine İnönü komisyon kurarak, güvenli seçim için yasa çıkartmak durumunda kalıyor. Çünkü seçimi seçim yapan meşruiyetidir.
Şimdiki iktidarın bir meşruiyet kaygısı güttüğünü düşünüyor musunuz?
Toplumun önemli bir kısmında, bu adamların seçimle gitmeyeceği kaygısı var. Bu da gidişattan rahatsız olanların, sandığa öngörmediğimiz boyutta ilgisiz kalmasını beraberinde getirebilir. Bunda maalesef bizim partinin de biraz önce bahsettiğiniz yaklaşımının etkisi var.
Gidişattan rahatsız olanların sandığa ilgisizliği doğrudan CHP’yi etkilemeyecek mi?
Tam da onu diyecektim! Yeni kurulmuş olan İYİ Parti’de kısmen bir heyecan var. AKP hâlâ kalan seçmeni üzerinde mobilizasyon yaratma kabiliyetine sahip. Kürt hareketi zaten geleneksel olarak disiplinli bir seçmene sahip. Temsiliyet krizleri karşısında bile bağımsız adaylarla bir şekilde Meclis’e girebildi. Dolayısıyla sandığa ilgisizlikten en fazla etkilenecek olan bizim partimiz olacak. O yüzden boykotu tartışarak, sonrasına dair de bir örgütlülük sağlayabilir ve en önemlisi bu tartışmayla seçmenimize umut verebiliriz. Adil ve güvenli seçimin koşulları sağlanırsa ancak, seçimlere girilmeli, böyle olmayan seçimleri reddetmeliyiz. Bir yandan “geceyarısı yasalarıyla adil ve güvenli seçimin koşullarını ortan kaldırıyorlar ve 16 Nisan’da da aynısını yaptılar” deyip diğer yandan seçmeni sandığa çağıramazsınız.
Adil ve güvenli seçimlerin koşulları yoksa, neden “boykot yapılmalı” demek yerine “boykot tartışılmalı” diyorsunuz? Neden bu konuda net bir tutum takınmıyorsunuz?
Bir kere bu tarz bir tepkinin kitlesel olması lazım. İkincisi de, eğer boykot tartışmaları neticesinde güvenli seçimin koşulları sağlanabilirse, o zaman iş değişir.
Adil ve güvenli seçimin koşulları, çıkan yasanın iptaliyle mi mümkün?
Sadece o değil, OHAL koşulları da kalkmalı. Elbette pek çok OHAL koşulu fiilen veya çeşitli düzenlemelerle kalıcılaştı. OHAL kalktı diye Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğünün sağlanacağını düşünecek saflıkta değiliz. Hatta OHAL’i kaldıracaklarını ve “bakın olağan hale döndük” diyeceklerini ama OHAL’den daha baskıcı koşullarla yola devam edeceklerini düşünüyorum. Yargı şu anki gibi davrandıkça OHAL’in kaldırılmasının hiçbir anlamı yok. Şu çarpıcı örneği herkes ama herkes çok iyi not etmelidir: Yurttaşların oylarıyla seçilen HDP Grup Başkan Vekili Ahmet Yıldırım’ın milletvekilliği sırf “padişah bozuntusu” dedi diye düşürüldü! Bu koşullarda “yargı var” diyebilir misiniz? Düşünün ki, bir milletvekili böylesi bir naif sözü bile söyleyemiyor. Yakışıksız diyebilirsiniz, “olur mu, dünyanın en demokrat adamına nasıl padişah dersin” diyebilirsiniz ama buna hakaret diyemezsiniz. Ayrıca AKP’de bırakın hakareti, sınırsız küfretme özgürlüğü var. Bizim bir kadın milletvekilimize “kahpe”, bir milletvekilimize “zibidi” demişler. Envai çeşit hakaretler etmişler ama yargı buna ceza vermiyor.
Bir yandan yargı sistemi böyle devam ettikçe OHAL’in kaldırılmasının bir anlamı yok diyorsunuz ama bir yandan da OHAL’in kaldırılmasının önemine vurgu yapıyorsunuz. Bu bir çelişki değil mi?
OHAL’in kalkması en azından göstermelik bir kazanım olacaktır.
OHAL koşullarını derinleştiren hususlardan biri de AKP’nin Efrîn savaşı ve bölgesel politikaları. Toplumun militarize edildiği bu süreçte, OHAL’e karşı çıkmak kadar savaşa karşı çıkmak da demokratikleşme mücadelesinin olmazsa olmazı değil mi?
Elbette önemli bir sınav. Dediğiniz gibi OHAL, Afrin operasyonu ve benzeri dinamiklerle besleniyor. Lümpen bir dolandırıcı veya taksicileri temsil ettiğini söyleyen biri, hukuk dışı konumunu bunun üzerinden meşrulaştırmaya çalışabiliyor. İnsanlar, toprağınıza yönelik bir saldırıdan doğan haklı bir savaşın bile sonlandırılmasını isteyebilmelidir. Savaşın sürmesini ancak ondan doğrudan beslenenler isteyebilir. Onlar da silah tüccarları, emperyalistler, iktidarlarını zorla ayakta tutmaya çalışanlar ve insanlığın yerine politik çıkarlarını koyanlardır. Dünyada onların oranı da yüzde bir bile değildir. Halk savaş istemez. Savaş devam etsin demek, akıl ve insanlık dışıdır. Savaş bitsin demek, askerimiz ölmesin demek. Orada yapılan harcama eğitime, sağlığa harcansın demek. Fakat bunu bile suç haline getirmiş durumdalar.
Savaşın OHAL koşullarını yeniden ürettiği ortadayken…
Savaşın 2019 seçimleri kampanyasının en önemli bileşeni olduğunu düşünüyorum.
O halde CHP neden savaşı destekliyor?
Afrin operasyonu daha yeni başladığında CHP “arkasındayız” açıklaması yaptı. Ama buna rağmen “Bay Kemal, Bay Kemal” diye tepki gösterdiler. Yahu hükümetin arkasındayız demiş, daha ne desin Bay Kemal!
Kılıçdaroğlu niye hükümetin arkasında duruyor?
Valla kendi tezlerini defalarca ifade etti. Fakat dediğim gibi, ben Afrin operasyonunun seçim kampanyasının bir unsuru olduğunu düşünüyorum. Eğer gerçekten PKK’ya karşı bir askeri operasyon olacaksa, kendi mantıkları açısından söylüyorum, devletin daha hâkim olduğu bir yerden başlanması beklenirdi. Ama Rusya’nın hava sahasını kontrol ettiği, ABD’nin ve hatta Esad’ın üstü örtük olur verdiği bir yerden başlattılar. Esip gürlüyorlar ama Ruslar hava sahasını kapattığı an operasyonun duracağı çok açık. Fakat bence burada esas sorumluluk Kürt hareketinde. Türkiye’de silahlı eylemlerine son verdiğini açıklarsa, iktidarın argümanlarının tamamı boşa çıkar ve siyaset konuşmaya başlar. Belki oradan Türkiye’deki Kürt meselesinin çözüleceği kalıcı bir barış perspektifi çıkabilir. Uluslararasılaşmış bu soruna karşı en sarsıcı müdahale bence böyle olur.
Böylesi bir durumda AKP’nin gerilim siyasetine son vereceğini mi düşünüyorsunuz?
Bazı CHP’liler dahil, geniş kitleleri arkasına alabileceği, sürdürebileceği bir argüman kalmayacaktır. Şu anda Türkiye’nin Afrin’de bulunmasının gerekçesi terörle mücadele. Terör ve terörle mücadele, baskıcı tüm iktidarların kullandığı bir argüman.
Muhalefetin yapabileceği tek şey tarafların tutumuna ilişkin öneri veya temennide bulunmak mı, yoksa üçüncü bir hattan giderek barışı örmek mi?
Barışı dillendirmek bile kriminalize edilmişken, parti programımızda barış vurgusu açıkken, bu konuda çekingen davranmamamız lazım. CHP, “Türkiye’deki Suriyelileri silahlandırıp oraya gönderelim” diyemez. Fakat mevcut baskı ortamında, hiç beklemediğimiz insanlar bile tutuklanma korkusuyla basit bir eleştirel tutum almaktan korkuyor. Eskiden üç-beş kurum çağrı yapınca yüzbinlerce insan toplanırken, şimdi kendi yöneticilerini bile toplayamıyorlar. O yüzden insanlara cesaret verecek yeni bir eksene, bakış açısına ihtiyaç var. “Gelecek İçin Biz” manifestosunu tam da bu yüzden yayınladık ve bu çağrımızı sürdüreceğiz.
Gazete Duvar